Selâhaddîn-i Eyyûbî’yi Anlatan Klasik Eserler Mehâsinü'l Yûsufiyye -1
Kudüs fatihi Selâhaddîn-i Eyyûbî, hakkında en çok eser yazılan Müslüman önderlerdendir. Kâtipleri, onun yaşadıklarını not almışlar, devrinin tarihçileri onun yaşamını titizlikle araştırmışlar, sonraki tarihçiler, yazılanları kıyaslayarak veya olduğu gibi alıntılayarak yeniden yazmışlardır.
Biz, kurum olarak Selâhaddîn-i Eyyûbî hakkında yazılan ilk devir eserlerini peyderpey Türkçeye çevirerek okuyucu ve araştırmacıların dikkatine sunmak istiyoruz.
Bu bağlamda onunla ilgili yazılmış en önemli eserlerden İbn Şeddâd Bahâüddîn’in en-Nevâdirü’s-Sulṭâniyye ve’l-Meḥâsinü’l-Yûsufiyye adlı eserinin kurumumuz tarafından yapılmakta olan çevirisini bölüm bölüm yayımlayacağız.
Eserimizin Künyesi şu şekildedir:
Eserin Adı: En-Nevâdirü's-Sultâniyye ve'l-Mehâsinü'l Yûsufiyye
Müellifi: İbn Şeddâd, Ebü’l-Mehâsin (Ebü’l-İzz) Bahâüddîn Yûsuf el-Mevsılî el-Halebî
Cemâleddin eş-Şeyyâl
Baskı Yeri: Kahire
Yayınevi: Mektebetü’l Hâncî
Baskı Yılı: 1994
Çeviri: Sidret Güler
Bahâüddîn İbn Şeddâd Kimdir?
En-Nevâdirü’s-Sulṭâniyye ve’l-Meḥâsinü’l-Yûsufiyye kitabının müellifi Ebü’l-Mehâsin (Ebü’l-İzz) Bahâüddîn Yûsuf b. Râfi‘ b. Temîm el-Mevsılî el-Halebî (ö. 632/1234), anne tarafından dedesi Şeddad'a nispetle İbn Şeddâd ismiyle tanınır. Daha küçük yaşlarda iken babası vefat etmiş olduğu için dayılarının himayesinde büyümüş ve bu sebeple anne tarafından olan dedesi Şeddad'a nispet edilmiştir.
Hicrî 10 Ramazan 539 (m.1145) senesinde Musul'da doğdu, hicrî 632 (m.1234) senesinde Halep'te vefat etti. İbn Şeddâd, 93 yıl yani yaklaşık bir asır yaşadı.
İlk eğitimini Musul'da aldı. Kur'ân-ı Kerim'i hıfzetti, Musul ulemasının yanında hadis, fıkıh, tefsir, kıraat ve edep alanında yazılmış olan kitapları okudu. İslam coğrafyasının dört bir yanından talebelerin eğitim almak için geldiği Bağdat'taki Nizamiye Medresesi onun dikkatini çekti. İbn Şeddâd, Nizamiye Medresesi için Bağdat'a gitti. Nizamiye Medresesine girmesinin üzerinden çok geçmemişti ki orada muîd (Müderrisin yardımcısı) olarak görev aldı. Yaklaşık dört yıl bu görevde kaldıktan sonra Musul'a geri döndü. İbn Şeddâd Musul'a geri döndükten sonra Ebü’l-Fazl Muhammed eş-Şehrezûrî’nin kurduğu medreseye müderris olarak atandı. Bu görevi icra ettiği süre zarfında birçok insan kendisinden istifade etti. Kendisinde mevcut olan güzel hasletler sebebiyle kademe kademe yükseldi. Bu sebeple, Musul Atabegi İzzüddîn Mes’ûd b. Mevdûd (ö.1180-1193) tarafından Abbâsî Halifesi Nâsır-Lidînillâh’a, Selâhaddîn-i Eyyûbî’ye ve diğer bazı hükümdarlara devlet ile alakalı önemli meselelerde elçi olarak gönderildiğini görüyoruz.
Hicrî 583 yılında hac farizasını yerine getirdi. Mekke'den döndüğü sırada Selâhaddin'in Haçlılardan alarak özgürleştirdiği Beytü'l-Makdis'i ziyaret etmek istedi. Oraya gitmeden önce Dımaşk'a uğradı. Bu sırada Selâhaddin, Kevkeb Kalesini muhasara ediyordu. Selâhaddin, İbn Şeddâd'ı daha önce elçilik görevini icra ettiği sırada tanımıştı. İbn Şeddâd'ın Dımaşk'e geldiği haberi Selâhaddin 'e ulaşınca onu yanına çağırdı. Selâhaddin, ona ikramda bulundu, yolculuğu hakkında sorular sordu. Yolculuğu sırasında ilim ve amel ehli âlimlerden kimlerle karşılaştığını sordu. İbn Şeddâd'a dinletmek için ondan bir cüz hadis istedi. İbn Şeddâd, Sahih-i Buharî'den zikirleri içeren bir cüz hadis çıkardı ve verdi, Selâhaddin de onu okudu.
İbn Şeddâd, Kudüs ziyaretini tamamlayıp Dımeşk'e geri döndü. İbn Şeddâd, Selâhaddin 'den izin alıp Musul'a dönmek ve orada ibadet ve tedris için dünyevî vazifeleri terketmek niyetindeydi. Dımeşk'te olduğu süre zarfında cihad ahkâmı ve adabı hakkında bir kitap kaleme aldı ve kitabı Selâhaddin 'e takdim etti.[1] Selâhaddin bu kitabı çok beğendiği için devamlı mütalaa ederdi.
İbn Şeddâd, Selâhaddin 'in kendisini Musul'a dönmekten nasıl alıkoyduğunu ve hizmetine nasıl aldığını şöyle anlatıyor: "Ben Musul'a dönmeyi sürekli dile getirip istiyordum. O ise her defasında beni vazgeçiriyordu. Her zaman onun hizmetinde kalmamı istiyordu. Benim hakkımda iyi şeyler söylediği ve beni övdüğü hususundaki haberler yanındakiler vasıtasıyla bana ulaşıyordu. Memleketime dönme hususundaki taleplerimin netice vermeyeceğini anladım. Onu gördüğüm andan itibaren Allah-u Teâlâ onun muhabbet ve sevgisini kalbime yerleştirdi. Cihada olan muhabbetinden dolayı onu sevdim. 584 yılının Cemaziyelevvel ayının başından itibaren onun hizmetine girdim."
Selâhaddin, Behâeddin İbn Şeddâd'ı Kudüs'e kazasker olarak atadı. Behâeddin, Selâhaddin vefat edinceye kadar gece gündüz ondan ayrılmıyordu ve onun hizmetindeydi. Selâhaddin 'i ölüme götüren hastalığı sürecinde İbn Şeddâd ve Kādî el-Fâzıl (ö. 596/1200) onun yanındaydı. Bu büyük kahramanın son anlarını dâhi etkili bir şekilde kaleme aldı.
Selâhaddin'in ölümünden sonra Halep'e yerleşti. İbn Şeddâd, Selâhaddin 'in evlatları arasındaki anlaşmazlıkları gidermede büyük bir rol oynadı. Selâhaddin 'in evlatları onu seviyor, onun görüşlerini dikkate alıyor ve onun nasihatlerine kulak veriyorlardı. Selâhaddin 'in oğlu el-Melikü'z-Zâhir, 591 senesinde onu Halep'e kadı olarak atadı ve vakıfların idaresini de ona verdi.
el-Melikü'z-Zâhir, İbn Şeddâd'a geliri yüksek olan iktalar verdi. Ancak İbn Şeddâd evlenmemiş ve çocuk sahibi olmamıştı. Yüksek miktarda bir servete sahipti. Halep şehrinde, Irak kapısı yakınlarında Şâfiî mezhebini tedris edecek büyük bir medrese inşa etti. Bu medrese Nûreddîn Mahmûd Zengî medresesinin hemen karşısındaydı. Medresesinin yanında bir dârü’l-hadîs inşa etti. Vefatından sonra defnedilmek için bu iki medresenin arasında bir türbe inşa etti.
İnşa etmiş olduğu medresede dersler verdikten sonra İslam coğrafyasının dört bir yanından ilim talebeleri ondan ders alabilmek için Halep'e geldi. Ve Halep bir ilim merkezi haline geldi. İbn Şeddâd hastalanıp zayıflayıncaya kadar medresede bizzat kendisi dersler verdi.
İbn Şeddâd, hicrî 632 (m. 1234) yılında 93 yıl yaşadıktan sonra Halep'te ruhunu Rabbine teslim etti. Halep'te medresesinin yanında inşa etmiş olduğu türbede defnedildi.
Eserleri:
- Delâʾilü’l-aḥkâm: Hükümlerin istinbat edildiği nebevî hadislerden bahsediyor.
- Melceʾü’l-ḥükkâm ʿinde iltibâsi’l-aḥkâm: Kadılar ve kadılık göreviyle ilgilidir.
- Dürûs fi'l-Hadîs: İbn Şeddâd'ın 629 yılında Kahire'de verdiği hadis derslerinin notlarıdır.
- Kitâbü’l-ʿAsâ: Hz. Musa ve Firavun'u anlatıyor.
- Fezailü'l Cihad: Selâhaddîn-i Eyyûbî'ye özel yazılmıştır.
- Esmaü'r-Rical Ellezine fi'l-Mühezzeb li'ş-Şirazi: Ebû İshak eş-Şîrâzî’nin Şâfiî fıkhına dair el-Müheẕẕeb adlı eserinde geçen şahıslar hakkında yazılmıştır.
- en-Nevâdirü’s-Sulṭâniyye ve’l-Meḥâsinü’l-Yûsufiyye: "Selâhaddîn-i Eyyûbî'nin Hayatı" adıyla şöhret bulmuştur.
Selâhaddîn-i Eyyûbî’yi Anlatan Klasik Eserler-1
Eserin Adı: en-Nevâdirü's-Sultâniyye ve'l-Mehâsinü'l Yûsufiyye
Müellifi: İbn Şeddâd, Ebü’l-Mehâsin (Ebü’l-İzz) Bahâüddîn Yûsuf el-Mevsılî el-Halebî
Tahkik: Cemâleddin eş-Şeyyâl
Baskı Yeri: Kahire
Yayınevi: Mektebetü’l Hâncî
Baskı Yılı: 1994
Sayfa Aralığı: 25- 49
Giriş
Bizleri İslam’la şereflendiren, en güzel nizamın takipçisi olan imana yönlendiren, Nebimiz Hz.Muhammed’in şefaatiyle nimetlendiren, öncekilerin hayatını zevi’l-ukula örnek ve öğüt kılan Allah’a hamdolsun. Kalpleri susuzluğun hararetinden kurtaran bir şahitlikle, şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur. O tektir, ortağı yoktur. Ve yine şahitlik ederim ki; Seyyidü’l-Enbiya Hz. Muhammed O’nun kulu ve elçisidir. O ki, ancak teslimiyet ve bağlılık anahtarlarıyla girilebilecek hidayet kapılarını açtı. Salat ve selam tüm zamanlar boyunca onun ve ailesinin üzerine olsun.
Ben ne zaman ki Müminleri bir araya getiren, Haçlı köleliğine son veren, adalet ve ihsan bayrağını kaldıran, kirli ellerden Beytülmakdis’i kurtaran, din ve dünyanın salahı, İslam ve Müslümanların Sultanı, iki Harem-i Şerif’in hizmetkarı olan “Sultan el-Melikü’n-Nâsır Ebü’l-Muzaffer Yusuf bin Eyyûb bin Şadi’nin (Allah kabrini lütuf yağmurlarıyla sulasın, imanın neticesi olan halaveti tattırsın) günlerini gördüm. İmkansızlıkların yalanlamış olduğu öncekilerin hikâyelerine inandım. Saygın ve âlicenap şahsiyetler hakkında rivayet edilen hikâyelerin doğruluğuna şahitlik ettim. Onun döneminde yaşayan cesur memlûklerin doğruluğu hakkında kuşku duyulan hikâyelerinin doğruluğu kanıtlandı. Allah Teâlâ'nın, kendisiyle imanı kuvvetlendirdiği sıkıntı ve eziyetlere nasıl sabredildiğini gözlerimle gördüm. Bu olaylar, akılla çözülemeyecek, kalple idrak edilemeyecek kadar büyüktü. Öyle ki; ne dil bunu anlatabilir ne de kalemle satırlara dökülebilirdi.
Ancak buna rağmen bu olaylardan haberdar olanın gizlemesi, vâkıf olanın da anlatmaması mümkün değildir. Bana olan lütfu ve ona duyduğum muhabbetin gereği olarak onun sıfatlarını, ahlakını, özelliklerini anlatmayı kendim için bir görev bilip bu kitabı yazmaya karar verdim.
Bu kitabı yazarken kendi gördüklerim ve doğruluğuna kesin bir şekilde kanaat ettiğim rivayetlerden yararlandım.
Onu iki bölümde derledim. Birinci bölümde doğumunu, büyümesini, ahlaki özelliklerini ve kişiliğini ele aldım. İkinci bölümde ise onun zamanında olan fetih ve savaşların tarihlerine yer verdim.
Birinci Kısım: Doğumu, Şahsi Özellikleri ve Ahlakı Hakkında
Doğumu
Onun hayatını inceleyen güvenilir kimselerin astroloji ilminin verilerine de dayanarak bize ulaştırdığı bilgilere göre hicri 532 yılında, Tikrit Kalesinde doğmuştur. Babası Eyyûb bin Şâdî, Tikrit valisiydi. Divin şehrinde doğmuş, cömert, eli açık, yumuşak huylu ve güzel ahlaklı biriydi. Sonradan oğluyla beraber Tikrit’ten Musul’a taşınıp, oğlu büyüyünceye kadar orada ikamet etmiştir. Selâhaddin’in babası Eyyûb ve amcası Esedüddîn Şîrkûh, Musul atabeyi Nûreddin Zengî’nin yanında saygıdeğer ve itibar sahibi kimselerdi.
Daha sonra babası Şam bölgesine atandı. Ba‘lebek sorumluluğuna verildi. Bir müddet burada kaldı. Oğlu Selâhaddin de Ba‘lebek’e geldi. Burada babasının hizmetinde bulundu, onun himayesi altında yetişti ve onun güzel ahlakıyla ahlaklandı. Kendisinde, başarılı olacağına dair alametler açığa çıkıp, liderlik ve öncülük emareleri zuhur edince İmâdüddîn Zengî’nin oğlu adil hükümdar Nûreddin Mahmud’un dikkatini çekti. Zamanla ona güven duydu ve onu yakın adamlarının arasına aldı. Öyle ki Selâhaddine verilen her görev ve yetki başka görev ve yetkilerin kapısını açtı. Bu başarısından dolayı amcası Esedüddîn’in yanına Mısır vilayetine gönderildi.
Bu konu yeri geldiğinde açık ve detaylı bir şekilde ele alınacak inşallah.
Dini Kaidelere ve Şeriatın Emirlerine Bağlılığı Hususundaki Müşahadelerimiz
Peygamber Efendimiz’den rivayet edilen sahih bir hadiste Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “İslam beş şey üzerine kurulmuştur: Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet etmek, namaz kılmak, zekat vermek, Ramazan orucunu tutmak ve Beytullah’ı haccetmek.”
Selâhaddîn-i Eyyûbî, sağlam bir akideye sahipti ve Allah’ı çokça anardı. Fukahâ'nın ve ilim ehlinin yapmış olduğu araştırmalar neticesinde elde edilen deliller onun akidesinin temelini teşkil ediyordu. Bu konuda kavraması gereken şeyleri kavramıştı. Şöyle ki; yanında bu husus hakkında konuşulduğunda fukaha ıstılahıyla olmasa da iyi açıklamalar yapabiliyordu. Bu bilgi birikimiyle akidesini müşebbihenin çamurundan koruyabilmiş ve muattıla akidesine de düşmeyerk istikamet üzerine kalabilmiştir. Büyük ulemanın onaylamış olduğu kurallara uygun bir akideye sahipti.
Şeyh İmam Muhammed Kutbeddin en-Nisâbûrî (ö.578/1183), Selâhaddîn-i Eyyûbî için akide konusunda ona gerekli olan hususları bir kitapçıkta toplamıştı. Küçük yaşlardan itibaren güzelce kavrasınlar diye onu çocuklarına öğretmeye çalışıyordu. Ben onu, çocuklarından bu kitapçığı ezber olarak alırken gördüm. Çocukları onun önünde oturmuş ezbere ona okuyorlardı.
Namaz
Selâhaddîn-i Eyyûbî, namazı cemaatle kılma konusunda çok gayretliydi. Bir keresinde yıllardır namazını cemaatle kıldığını söyledi. Hastalandığı zaman yalnız olduğu halde imamı çağırır, ayakta durmaya çalışır ve cemaatle namaz kılardı. Revatib sünnetleri devamlı kılardı.
Geceleyin uyandığı vakit kılmayı adet haline getirdiği teheccüd namazları vardı. Şayet uyanamazsa sabah namazından önce kılardı. Aklı başında olduğu müddet içerisinde namazlarını asla terketmedi. Ben onu kendisini ölüme götüren hastalığı sürecinde ayakta namaz kılarken gördüm. Akli melekesini kaybettiği son üç gün dışında namazlarını hiçbir zaman terk etmedi. Sefer halindeyken namaz vakti girdiği zaman bineğinden iner ve namazını kılardı.
Zekat
Selâhaddîn-i Eyyûbî, vefat ettiği zaman zekatın kendisine vacip olacağı miktarda mala sahip değildi. Nafile olan sadakaya gelince, o sahip olduğu bütün malları sadaka olarak gizlice verirdi. Ardında ne bir arazi, ne bir köy, ne bir bostan, ne bir ev, ne de herhangi bir mülk bırakmadığı gibi altın ve gümüş de bırakmadı. Ondan geriye sadece 47 nasıri dirhem ve 1 suri altın kaldı.
Ramazan Orucu
Art arda yakalandığı hastalıklar nedeniyle birkaç Ramazan ayında tutamadığı için kazaya kalan oruçları vardı. Kādî el-Fâzıl bu günleri tespitle görevlendirildi. Vefat ettiği sene Kudüs’te, kaza oruçlarını tutmaya başladı. Sağlık durumu oruç tutmaya elverişli olmadığı halde bir aydan fazla bir süre kaza oruçlarını düzenli bir şekilde tuttu. Ancak cihad etmekten ve hastalıklardan dolayı tutamadığı oruçların bir kısmının borçları kaldı. Kādî el-Fâzıl olmadığı için o oruç tutuyor, ben de tuttuğu günleri kaydediyordum. Doktor onu ayıplıyor, o ise duymamazlıktan geliyordu. “Yarın ne olacak bilmiyorum” diyordu. Sanki zimmetindeki borçların eda edilmesi kendisine ilham edilmişti.
Hac
Selâhaddîn-i Eyyûbî, hacca gitmeye her zaman niyet ederdi. Vefat ettiği yıl hacca gitmeye karar verdi. Hazırlıkların yapılmasını emretti. Hazırlıklar yapıldı, geriye sadece yolculuk yapmak kaldı. Ancak vaktin darlığı ve emsallerinin sahip olması gereken şeylerin temin edilememesi sebebiyle yolculuk bir sonraki yıla ertelendi. O yıl içerisinde Allah'ın takdir ettiği oldu ve Selahaddîn vefat etti.
Kur’an-ı Kerim Dinlemesi
Selâhaddîn-i Eyyûbî, Kur'an-ı Kerim'i dinlemeyi seviyordu. İmamı kendisi seçiyor ve seçmiş olduğu imamın Kur'an ilimlerini iyi bilmesini ve Kur'an'ı eksiksiz ezberlemiş olmasını şart koşuyordu. Geceleri kendi kalesindeyken yanındakilerden iki cüz, üç cüz, dört cüz okumalarını ister ve o da dinlerdi. Meclisinde bulunan kişilere yirmi ya da daha fazla ayet okutturmak âdetiydi. Selâhaddîn bir gün babasının yanında Kur'an okuyan küçük bir çocuğun yanından geçti ve çocuğun okuyuşu hoşuna gitti. O günden sonra çocuğu kendisine yakın tuttu. Onu kendi özel yemeğine ortak etti. Çocuğa ve babasına bir parça toprak bağışladı. Selâhaddin, yufka yürekli ve duygusaldı. Kur'an-ı Kerim dinlediği zaman kalbi huşu duyar ve çoğunlukla gözleri yaşarırdı.
Hadis Dinlemesi
Hadis dinleme hususunda çok istekliydi. Âli isnad sahibi ve güvenilir bir Ravi duyduğu zaman şayet meclisine uğrayan biriyse onu çağırır ve ondan hadis dinlerdi. Orada hazır bulunan çocuklarına, hizmetkârlarına ve hususî adamlarına da dinletirdi. Onlara, hadis dinledikleri esnada hadise hürmeten oturmalarını telkin ederdi. Şayet bu Ravi, sultanların kapısını çalmayan ve onların mesclisinde bulunmaktan imtina eden biriyse kendisi ona gider ve ondan hadis dinlerdi. Hafız İsfahani'yi İskenderiye'de defalarca ziyaret etmiş ve ondan çokça hadis rivayet etmiştir. Kendi başına da hadis okumayı seviyordu. Yalnız olduğunda beni yanına çağırır ve hadis kitaplarını getirir ve okurdu. Ders alınacak bir hadis geçtiği zaman yüreği titrer ve gözleri yaşarırdı.
Dini Şiarlar
Dini şiarlara çokça ihtimam gösterirdi. Dirilişin cismani olacağına, iyinin mükafatlandırılıp, kötünün ise cezalandırılacağına inanırdı. Şeriatın getirdiklerini tasdik eder ve bunlarla kalbi inşirah bulurdu. Şeriatla inatlaşan filozoflara, Allah’ın zati sıfatlarını inkar edenlere ve mülhitlere buğzederdi. Bir keresinde oğlu Emir el-Melikü’z-Zahir’e, Sühreverdi ismiyle tanınan genci şeriata kafa tuttuğu için öldürmesini emretti. Oğlu, Sühreverdi’yi tutuklayıp, tutukladığını sultana haber verdi. Sultan, asılarak öldürülmesini ve birkaç gün sallandırılmasını emrederek onu öldürdü.
Allah'a Tevekkülü
Selâhaddin, Allah hakkında hüsn-ü zan sahibiydi, ona güveni tamdı, devamlı ona yönelir ve tevekkül ederdi.
Bunun etkilerini de şu anlatacağım olayda bizzat müşahede ettim:
Bir vakit Frenkler, Kuds-ü şerif yakınlarında bulunan ve Kudüs'le arasında sadece kısa bir mesafe olan Beyt Nuba'ya inmişlerdi, o sıra Sultan da Kudüs'teydi. Düşmanı iyice gözetlemek üzere bir öncü birlik görevlendirdi. İçlerine casuslar ve muhbirler gönderdi. Düşmanın Kudüs'e çıkıp, orayı muhasara altına alma ve savaş başlatma konusunda kararlı olduğuna dair haberler ulaşınca Müslümanları bir korku sardı.
Selâhaddîn bütün komutanları çağırıp onları, Müslümanlara musallat olan bu zorluktan haberdar etti. Kudüs'te kalıp kalmama konusunda onlarla istişarede bulundu. İçi dışı bir olmayan cevaplar verdiler. Hepsi de Sultanın Kudüs'te kalmasında bir maslahat olmadığına, bunun İslam için tehlikeli olduğuna kesin karar verdiler. 'Kendilerinin zaten burada olduğunu Sultanın ise tıpkı Akka'da olduğu gibi düşmana karşı duracak bir grup askerle şehirden çıkması gerektiğini' söylediler. Sultan ve beraberindekiler düşmanın uzağa ulaşmasını engelleyip onlara zorluk çıkaracaklardı, kendileri de bu sırada şehri muhafaza ve müdafaa edeceklerdi. Şûra Meclisi alınan bu karar üzerine anlaşarak ayrıldılar.
Selâhaddin, kendisi kalmazsa başka kimsenin de kalmayacağını bildiğinden Kudüs'te kalma konusunda ısrarcıydı. Komutanlar evlerine döndükten sonra aralarından birini, ona gönderip içlerinde emrine uyacakları birinin bulunması ve aralarında hükmetmesi için Sultanın oğullarından biri ya da kardeşi el-Melikü’l-Âdil’in onlarla beraber kalmadıkça kendilerinin de Kudüs’te kalmayacaklarını bildirdiler. Selâhaddin, bu tavrın komutanların şehirde kalmak istemediklerine dair bir işaret olduğunu bildi. Göğsü daraldı, bu düşünce onu fazlasıyla rahatsız etti, zihni karıştı.
O gece (cuma gecesiydi) sabaha kadar onun hizmetinde bulundum. Mevsim kıştı ve yanımızda Allah-u Teâlâ'dan başka üçüncü bir kimse yoktu. Derin düşünüp her şeyi gerektiği gibi düzenlemeye çalışıyorduk. Ona karşı bir acıma duygusu beni sardı. Durumu da beni kaygılandırıyordu. Çünkü ara sıra durgunluk ona galip geliyordu. Olur da belki bir saat uyur diye yatağına gitmesini rica ettim. O da bana "Belki senin uykun geliyordur" diyerek kalktı.
Eve ulaştım, biraz kendime geldim derken müezzin ezan okumaya başladı. Sabah namazı vakti girmişti. Genellikle sabah namazlarını onunla beraber kılardım. Yanına gittim o da o sırada abdest alıyordu. "Hiç uyku tutmadı" dedi. "Biliyorum" dedim. "Nereden biliyorsun" diye sordu. "Ben de uyumadım. Zaten uyumak için vakit de kalmamıştı" diye cevapladım. Sonra namazımızı kıldık ve tekrar işimizin başına geçtik.
Ona "aklıma faydalı olacağını düşündüğüm bir fikir geldi" dedim. "Nedir?" dedi. Dedim ki; " Allah'a yönelmek, O’na tevekkül etmek ve bu kederi giderme konusunda O’na dayanmak." "Peki nasıl yapalım?" deyince şöyle karşılık verdim; "Bugün cumadır. Efendimiz öğle vakti gusletsin. Her zamanki gibi Mescid-i Aksa'da peygamberin miraca çıktığı mekanda namaz kıldırsın. Güvenilir birinin eliyle gizlice sadaka versin. Ezan ve kamet arasında iki rek'at namaz kılıp secdelerinde Allah'a duada bulunsun. Secdede dua etmek hususunda sahih hadis varid olmuştur. İçinizden şöyle söylersiniz; "Rabbim, senin dinine hizmet için imkanlarım tükendi, Sana sığınmaktan, ipine sarılmaktan, Senin lütfuna bağlanmaktan başka çarem yoktur. Sen bana yetersin. Sen ne güzelsin vekilsin." Çünkü; Allah Teâlâ senin çabalarını boşa çıkarmayacak kadar kerem sahibidir."
Bunların hepsini yaptı ben de her zamanki gibi yanında namaz kıldım. Ezan ve kamet arasında iki rek'at namaz kıldı. Secdedeki halini gördüm, gözyaşları sakallarına ve seccadesine dökülüyordu. Ne dediğini duymuyordum. Öncü birlik komutanı İzzeddin Cürdik'ten Frenkler'in kafa karışıklığı içinde olduklarını, gün içinde bütün askerlerin çöle doğru yola çıkıp öğlene kadar orada durduktan sonra tekrar çadırlarına döndüklerini haber veren bir mesaj ulaştı. Cumartesi sabahı benzer bir mesaj daha geldi.
Gün ortasında da bir casus gelip onların ihtilafa düştüklerini, Fransızlar, Kudüs'ü muhasaraya alınması kanaatindeyken, İngiltere kralı ve taraftarları ise askerleri suyun bulunmadığı bu dağlık yere savurup Hıristiyanlığı tehlikeye atmamak gerektiği düşüncesindeydiler. Çünkü Sultan, Kudüs civarındaki bütün su kuyularını tahrip etmişti. İstişare için çıktılar. Genellikle savaş için at sırtında istişare ederlerdi. Aralarından on kişi belirlediler. Bunları hakem tayin edip onların emirlerine muhalefet etmeyeceklerine dair anlaştılar.
Pazartesi sabahıydı bir haberci, düşmanların Remle'ye doğru dönüp gittiklerini haber verdi. İşte bu şahit olduğum olay Selâhaddin 'in Allah'a tevekkül ve yönelişinin bir eseriydi.
Adaleti
Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk'tan rivayetle Peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur: "Âdil vali, Allah'ın yeryüzündeki gölgesi ve mızrağıdır. Her kim ona veya Allah'ın kullarına nasihat ederse Allah'ın gölgesi dışında hiçbir gölgenin olmadığı gün Allah onu kendi arşının altında gölgelendirir. Her kim ona veya Allah'ın kullarına ihanet ederse Allah onu kıyamet günü yüzüstü bırakır. Âdil valiye her gün her biri 60 âbid ve müctehid olan sıddık sevabı verilir.”
Selâhaddin, âdil, şefkatli ve merhametliydi. Güçlüye karşı zayıfın yardımcısıydı. Pazartesi ve perşembe günleri adaletin tesisi için halka açık oturumlar gerçekleştiriyordu. Bu oturumlarda fakihler, kadılar ve âlimler hazır bulunuyordu. Bu oturumlar, büyük-küçük, genç-yaşlı bütün davacıların katılabilmesi için herkese açık yapılıyordu. Selâhaddîn mukimken de seferiyken de bu oturumları gerçekleştirirdi.
Kendisine sunulan davaları her zaman kabul eder ve adaletsizlikleri tespit ederdi. Her gün davaları toplar ve adalet kapısını açardı. Hiç bir davayı geri çevirmezdi. Gece veya gündüz farketmeksizin katiple beraber oturup bütün davaları Allah'ın kalbine ilham ettiği doğrultuda değerlendirirdi. Hiçbir ihtiyaç sahibi davacıyı geri çevirmez, Allah'ı çokça zikreder ve Kur'ân-ı Kerim okurdu.
Hükmü altındaki insanlara karşı şefkatliydi. Devamlı Kur'ân- Kerim okur, Kur'an'ın ihtiva ettiği şeyleri bilir, onlarla amel eder ve Allah'ın hükümlerine karşı gelmezdi.
Biri kendisinden yardım istediği zaman durur, meselesini dinler, davayla bizzat kendisi ilgilenir ve haksızlığı ortaya çıkarırdı. Bir gün İbn-i Züheyr adında bir Şamlının, Sultan’ın kardeşinin oğlu Takiyüddin’e karşı kendisinden yardım istediğini gördüm. Yeğeninin mahkeme salonuna gelmesi için ona haber yolladı. Güvenilir, sözü makbul iki şahit kendisine şahitlik yapıncaya kadar onu serbest bırakmadı. Hama Kadısı Ebu’l-Kasım Eminüddin’i bu davaya vekil olarak atayıp, iki şahit çağırdı. Benim orada bulunduğum esnada bu iki şahit vekaletin gerçekleştiğine dair şahitlik yaptılar. Vekalet sabit olunca Ebu’l-Kasım’a davacı ve davalıya eşit davranmasını söyledim ve dava görülmeye başlandı. Yemin hakkı Takiyüddin’in olunca mahkeme sona erdi. Takiyüddin, Selâhaddin’in sevdiği ve değer verdiği biriydi ama bu onun adalet karşısında Takiyüddin'e ayrıcalık tanımasının yol açmadı.
Bu anlatacağım olay Selâhaddin'in adaletine daha fazla delalet eden başka bir meseledir.
Selâhaddin ve Ahlatlı Ömer olarak bilinen bir tüccar arasında cereyan etti. Bir gün Kuds-ü Şerif'te mahkeme salonunda oturduğum esnada yanıma tanınmış yakışıklı yaşlı bir tüccar girdi. Ahlatlı Ömer olarak tanınıyordu. Yanında bakmamı istediği resmi bir belge vardı. Ona, "hasmın kim?" diye sordum. "Hasmım Sultan'dır. Burası adalet makamıdır. Ve duyduk ki sen adaletten şaşmazsın" dedi. Ona "Hangi meselede senin hasmındır?" dedim. "Ahlatlı Sungur benim kölemdi ve ölünceye kadar benim mülkiyetim altındaydı. Onun elinde bana ait olan büyük miktarda mallar vardı. Öldüğü vakit Sultan bu mallara el koydu. Benim olan bu malları geri istiyorum" dedi. Ona dedim ki: "Ey ihtiyar, bu zamana kadar seni durduran neydi?" "Haklar ertelenmekle iptal olmaz. Bu resmi belge bu malların mülkiyetinin bana ait olduğunu gösteriyor" dedi.
Belgeyi ondan aldım ve içeriğine göz gezdirdim. Bu belge Ahlatlı Sungur'un hayatını anlatıyordu.
Ahlatlı Sungur’u Erciş’te falan tacirden falan yılın falan ayında ve falan günde satın aldığı ve elinden kayıp gidinceye kadar mülkiyetinde kaldığı yazılıydı. O vakte kadar mülkiyetinden çıkmamış ve herhangi bir yolla mülkiyetinden çıktığına dair bir tanık da yoktu. Kölenin Ahlatlı Ömer'e ait olduğuna dair bütün şartlar yerindeydi. Bu duruma şaşırdım ve adama dedim ki: "Hasmına da bu davayı haber vermem gerekiyor. Bu konu hakkında sana ve diğer tarafa durumu bildireceğim."
Adam bunu kabul etti ve oradan ayrıldı. Günün geri kalanında ben de direk Sultan’ın huzuruna çıktım ve meseleyi ona arzettim. Sultan, buna hiç ihtimal vermedi ve bana, "Belgeye baktın mı?" diye sordu. Ona, "Belgeyi okudum. Belgenin geçerli olduğunu ve Şam tarafından onaylandığını gördüm. Üzerinde şöyle yazılıydı: ‘Şam tarafından onaylanmış resmi bir belgedir. Ve bilinen adil şahitler, Şam kadısı huzurunda şahitlik etmiştir’ dedim."
‘Peki, adamı çağıralım ve yargılanalım. Bu davada şeriatın hükmettiği doğrultuda hareket edelim’ dedi. Daha sonra Sultan ile yalnız otururken ona dedim ki: "Bu adam buralarda gidip geliyor, onun davasını bir an önce dinlemeliyiz.” Bana, "Benim yerime bu davayı dinleyecek bir vekil tayin et. Ardından şahitler şahitlik etsin ve adam oraya gelinceye kadar belgeyi açma!" dedi.
Ben de bu şekilde yaptım. Daha sonra adam geldi. Sultan, adamdan yaklaşmasını istedi, ta ki Sultan'a yakın bir yerde oturdu. Sultan oturduğu yerden kalkıp adamın bulunduğu seviyeye inerek: "Şayet bir iddian varsa söyle!" dedi. Adam davayı daha önce anlattığı gibi anlattı. Sultan ona cevaben: "Sungur benim kölemdi. Ben onu azad edinceye kadar benim kölem olarak kaldı. Sonra vefat etti ve terikesi varislerine kaldı" dedi.
Adam: "İddiamı destekleyen delilim var" dedi. Daha sonra adam, belgenin açılmasını istedi ve ben de açıp okudum. Sultan belgenin tarihini işittiği zaman şöyle dedi: "Benim yanımda, Sungur'un falan tarihte Mısır'da benim kölem olduğuna dair şahitlik edecek şahitlerim var. Onu ve onunla beraber sekiz kişiyi bu tarihten bir yıl önce satın almıştım. Ve ben onu azad edinceye kadar benim kölemdi."
Selâhaddin daha sonra önde gelen mücahit emirlerden bir grubu huzuruna çağırdı. Onlar, Selâhaddin 'in lehine şahitlik yaptılar. Selâhaddin 'in anlattıklarının aynısın anlattılar. Ve Selâhaddin 'in verdiği tarihi verdiler. Adam bunları duyunca şaşırdı.
Sultan'a dedim ki: "Efendim, bu adam bunu ancak merhametini celp etmek için yaptı. Efendimizin huzuruna geldi. Hayal kırıklığıyla geri dönmesi hoş değildir."
Sultan, "Bu başka bir meseledir" dedi ve ona yüklü miktarda para ve kaftan verdi. Verilen paranın miktarını tespit edemedim.
Bu meseledeki harika ve şaşırtıcı manalara bak!
Tevazu, hakka itaat, nefsi zelil etme… Tenkit etmeye gücü varken tenkit edeceği yerde ikramda bulunması..
Cömertliğiyle İlgili Anekdotlar
Resulullah allallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Cömert kişi tökezlediği zaman Allah onun elinden tutar." Cömertlik hakkında bir çok hadis-i şerif mevcuttur.
Selâhaddîn-i Eyyûbî'nin cömertliği, gizlenemeyecek kadar açık, anlatılanların çok ötesindeydi. Ancak onun cömertliğine genel olarak dikkat çekeceğiz. O sahip olduğu herşeyi verdi ve vefat etti. Öldüğü vakit hazinesinde, 47 nasıri dirhem ve kaç vezin olduğunu bilmediğim 1 suri altın dışında altın ve gümüş yoktu. Sultan, bir çok bölgeyi hibe ediyordu. Amed'i fethettiğinde Kara Arslanoğlu orayı istemiş o da vermişti.
Dımaşk'e doğru yola çıkmaya hazırlandığı sırada Kuds-ü Şerif'te bir grubun onun etrafında toplandığını gördüm. Hazinede onlara verebileceği bir şey yoktu. Onları oyalamak için onlarla konuştuğum esnada Selâhaddîn, beytülmâldan bir köyü satıp ücretinden tek bir dirhem dâhi almadan hepsini onlara verdi.
Selâhaddin, yokluk zamanında da bolluk zamanında verdiği gibi veriyordu. Hazineye bakan görevliler, acil bir durum meydana gelirse diye malın bir kısmını ondan saklıyorlardı. Zira biliyorlardı ki şayet Selâhaddin bu maldan haberdar olursa onu da çıkarıp verecekti.
Bir konuşması sırasında şöyle dediğini duydum: "İnsanlar arasında dünya malına, toprağa baktıkları gibi bakanlar olabilir." Sanki bununla kendisini kastediyordu. Kendisinden isteyen kimseye umduğundan fazlasını veriyordu. Hiç bir zaman ondan, "Falana bir şeyler verdik" sözünü duymadım. Çokça verirdi. Verdiği kişiye olan tebessümü vermediği kişiye olan tebessümüden fazla değildi.
Selâhaddin çokça verirdi. İnsanlar onun bu durumunu bildiği için her zaman daha fazla isterlerdi. Ben hiçbir zaman onun, "Ben zaten çok verdim daha ne kadar fazla verebilirim ki" dediğini duymadım. Bununla ilgili yazılı mektupların çoğu benim elimden geçerdi. Sözlü talepler de bana gelir benim aracılığımla iletilirdi. İstenilen miktarların fazlalığına şaşırıyordum. Ancak Selâhaddin 'in bunu sorun yapmadığını bildiğim için bu talepleri ona bildirmekten çekinmiyordum. Ona hizmet eden herkes artık bir başkasından istemeye ihtiyaç duymuyordu.
Verdiği hediyelerin sayısının ve çeşitlerinin tam olarak bilinmesi mümkün değildir. Sultan'ın cömertliğiyle ilgili konuştuğumuzda onun hesaplarıyla ilgilenen kişi bana: "Yalnızca Akka'dayken hediye olarak verdiği atların sayısı on bindi" dedi. Onun cömertliğine şahit olanlar bu miktarı az bulurlardı.
Ey Allah'ım, cömertliği ona sen ilham ettin ve Sen ondan daha cömertsin. Ey merhamet edenlerin en merhametlisi! Sen ona, rahmetin ve rızan ile ikramda bulun.
[1] Bu süreçte kaleme aldığı kitap "Feżâʾilü’l-cihâd" kitabıdır.