Dil Seçiniz
İletişim Bilgileri

Selâhaddîn-i Eyyûbî’yi Anlatan Klasik Eserler Mehâsinü'l Yûsufiyye -2

  • Anasayfa
  • Selâhaddîn-i Eyyûbî’yi Anlatan Klasik Eserler Mehâsinü'l Yûsufiyye -2
Selâhaddîn-i Eyyûbî’yi Anlatan Klasik Eserler     Mehâsinü'l Yûsufiyye -2

Selâhaddîn-i Eyyûbî’yi Anlatan Klasik Eserler Mehâsinü'l Yûsufiyye -2

PDF formatında okumak için tıklayınız.

Selâhaddîn-i Eyyûbî’yi Anlatan Klasik Eserler - 2

Eserin Adı: en-Nevâdirü's-sultâniyye ve'l-mehâsinü'l Yûsufiyye

Müellifi: İbn Şeddâd, Ebü’l-Mehâsin (Ebü’l-İzz) Bahâüddîn Yûsuf el-Mevsılî el-Halebî

Tahkik: Cemâleddin eş-Şeyyâl

Yayınevi: Mektebetü’l Hanci

Baskı Yeri : Kahire

Baskı Yılı: 1994

Çeviri: Sidret Güler

Sayfa Aralığı: 50-65

Cesareti

Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’den şöyle rivayet olunmuştur: "Bir yılanı öldürmekle de olsa Allah cesareti sever" diye buyurmuştur. Sultan cesur, gözü pek, istikrarlı bir yapıya sahipti, hiçbir şey onu korkutmazdı. Bir gün onun çok sayıdaki Frenklere karşı karargâh kurduğunu gördüm. Düşmana ard arda yardımcı birlikler katılıyor ve ordularının gücü artıyordu. İslam ordusunun gücü ise aynıydı artmıyordu. Ancak bu durum sadece Sultan’ın sabır ve kararlılığını artırıyordu. Sadece bir gece içerisinde, yetmişten fazla düşman gemisi Akka’ya ulaştı. Bu, ikindi namazından sonra güneş batıncaya kadar saydıklarımdı. Kış mevsiminin başlarında Sultan askerlere izin vermişti. Bu büyük düşman ordusunun karşısında sadece bir avuç asker kalmıştı. Sahildeki prenslerin önde gelenlerinden ve sulh sırasında Sultan'ın karşısında oturan Balyan bin Barzan’a asker sayılarını sordum. Tercümanı vasıtasıyla şöyle cevap verdi: "Önde gelen büyük prenslerden biri olan Sayda prensi ile beraber Sur'daki ordumuza doğru gidiyorduk. Orduya yaklaştığımızda ikimiz de sayıları hakkında tahminde bulunduk. O beş yüz bin kadar diye tahmin etti. Ben ise altı yüz bin kadar diye tahminde bulundum. Ya da o altı yüz bin, ben beş yüz bin demiştim." Ona, "Onlardan kaçı öldü?" diye sordum. "Savaşta öldürülenlerin sayısı yüz bine yakındı. Eceliyle veya boğularak ölenlerin sayısını ise bilmiyorum. Buradan çok azı geri dönebildi." dedi. Sultan, düşmana yakın bir yerde oldukları zaman günde bir veye iki defa düşmanın etrafını kolaçan ederdi. Savaş kızıştığı zaman yanında bir genç ve gencin yanında da yedek bir atı olduğu halde iki safın arasında gidip gelirdi. Birlikleri sağdan sola doğru yarıp geçerdi. Birlikleri düzene sokar, onlara öne gelmelerini ve görüş menzilinde durmalarını emrederdi. Düşmanı gözetler ve düşmana yakın dururdu. Bir keresinde iki safın arasındayken kendisine bir dizi hadis-i şerif okunmuştu. Bu, kendisine şöyle söylediğim içindi: "Her yerde hadis dinleniliyor. Fakat savaş meydanında hadis dinlenildiği nakledilmemiştir. Eğer Sultanımız da uygun görüyorsa, bunu yapmamızda hayır vardır." Sultan buna izin verdi, bir dizi hadis ve onu nakletmeye yetkili birini getirtti. Hadisler okunuyor, bizler ise savaş saflarında, at sırtında, bazen yürüyor bazen de duruyorduk. Sultan’ın hiçbir zaman düşmanı gözünde büyüttüğüne şahit olmadım. Ordunun bütün kısımları kendisine arzedilir, öfkelenmeden bütün kısımları olması gerektiği şekilde düzenlerdi. Müslümanlar Akka'da yaşanan büyük bir çarpışmada hezimete uğramış ve merkez dahil ordunun hepsi dağılmıştı. Sancak düşmüş ancak Sultan ve beraberindeki küçük bir grup kalmıştı. Dağa doğru giderek askerleri toplamış ve onları döndürmüştü. Dönmeleri için onları utandırmıştı. O gün İslam ordusu düşmana karşı zafer elde edinceye kadar çarpışmaya devam etti. O gün, içlerinde piyade ve süvarilerin bulunduğu yaklaşık yedi bin düşman askeri öldürüldü. Sultan, düşmanın sayıca çokluğuna rağmen sabretti ve direndi. Müslümanların zayıflığını görünce düşmanın teklifi üzerine sulh yaptı. Düşmanın zayıflığı daha derin ve kayıpları daha fazlaydı. Ancak düşmanın beklediği yardımcı kuvvetler vardı. Bizim ise gelişini beklediğimiz yardımcı kuvvetlerimiz yoktu. Vuku bulan olaylar barış yapılmasında müslümanlar için fayda olduğunu gösterdi. Sultan, bir hastalanıyor bir iyileşiyordu. Korkunç haller onu etkisi altına alıyor ama o sabrediyordu. Her iki tarafta birbirlerinin ateşlerini görüyordu. Biz onlardan çan sesi duyuyorduk, onlar ise bizden ezan sesi işitiyorlardı. Ta ki olay en güzel ve en kolay şekilde sona erdi. Allah ruhunu şad etsin ve kabrini aydınlatsın.

Cihada Verdiği Önem

Allah-u Teâlâ : "Bizim uğrumuzda cihad edenler var ya, biz onları mutlaka yollarımıza ileteceğiz. Şüphesiz Allah, mutlaka iyilik yapanlarla beraberdir." buyurmuştur. Cihad hakkında pek çok nass mevcuttur. Selâhaddîn cihad hususunda çok azimliydi ve cihada çok önem verirdi. Eğer biri onun, cihada çıktıktan sonra, malının tümü cihat ve yardıma harcadığına yemin etse doğru söylemiş olur ve yemininde haklı çıkar. Cihad sevgi ve tutkusu, onun kalbini tamamen ele geçirmişti. Öyle ki neredeyse cihattan başka bir şey konuşmaz, savaş aletlerinden başkasına bakmaz, savaş adamlarından başkasına önem vermez ve cihattan bahsetmeyen, cihada teşvik etmeyen kimseye de meyletmezdi. Selâhaddîn, cihad uğruna ailesini, evlatlarını, vatanını, evini terk edip, rüzgarın sağa sola savurduğu bir çadırın gölgesinde yaşamaya kanaat etmişti. Fırtınalı bir gecede Akka ovasında iken üzerine çadır devrilmişti. Eğer o sırada kulede olmasaydı devrilen çadır onu öldürebilirdi. Ancak bunlar dahi cihada karşı arzusunun, sabır ve ihtimamının artmasına engel değildi. Kendisine yakın olmak isteyen kişileri cihada teşvik eder, cihat ile ilgili meselelerden bahsederdi. Onun için cihat hakkında pek çok kitap telif edilmişti. Ben de kendisine içerisinde cihat adaplarını, cihat hakkında inen bütün ayetleri, rivayet edilmiş bütün hadisleri topladığım, anlaşılması zor hadisleri şerh ettiğim bir kitap yazdım. Kendisi bu kitabı çokca mütalaa ederdi. Ta ki oğlu el-Melikü'l-Efdal bu kitabı ondan alana kadar. Bizzat kendisinden duyduğum bir olayı anlatayım: H. 584 yılının Zilkade ayında Kevkeb kalesini almıştı. Askerlere izin verdi. Mısır askerleri de Mısır'a dönmeye başladı. Komutanları Sultan'ın kardeşi el-Melikü'l-Âdil'di. Onu yolcu etmek ve bayram namazını Kudüs-ü Şerif'te eda etmek için Sultan da onunla birlikte yola çıktı. Biz de onun hizmetindeydik. Sultan, Kudüs’te bayram namazını kıldıktan sonra Askalan’a kadar ilerledi. Onlarla burada vedalaştıktan sonra sahil yoluna dönüp Akka’ya uzanan kıyı şehirlerini teftiş etti. Ardından buraların ahvaline uygun düzenlemeler yapmak istedi. Fakat bunu yapmaması önerildi. Askerlerin ayrılması durumunda sayılarının azalacağı, Frenklerin tamamının da Sur şehrinde olduğu, bu durumun da büyük bir tehlike arz edeceği belirtildi. Fakat Sultan buna aldırış etmedi; kardeşini ve askerleri Askalan’dan uğurladı. Sonra biz de onun hizmetindeyken Akka'ya doğru sahil şeridinde yola koyulduk. Mevsim kıştı ve deniz çok fazla dalgalıydı, Allahu Teâlâ'nın buyurduğu gibi dalgalar tıpkı dağları andırıyordu. Ben ise ilk defa deniz görüyordum. Bu sebeple tahammül etmek benim için çok zordu. Hatta gücü yeten biri bana "Eğer şu denizde sadece bir mil geçersen sana bütün dünyayı veririm" dese bile bunu yapmazdım diye düşündüm. Dinar ya da dirhem kazanabilmek için deniz yolculuğu yapanları küçümsedim. Hatta "denizcilerin şahitliği kabul edilmez" diyenlerin görüşünü tutarlı görmeye başladım. Denizin hareketliliği, dalgalanması ve tüm bu şahit olduklarım benim için korkunç derecede tehlikeliydi. Ben bu halde iken Sultan Selâhaddîn bana döndü ve : "Sana bir şey anlatayım mı? dedi. Ben de "buyurun" dedim. Dedi ki: "İçimden şöyle geçiriyorum; Allah ne zaman bana sahilin geri kalanını fethetmeyi nasip ederse beldeleri kısımlara ayıracağım, vasiyetimi yapıp vedalaşacağım. Sonra denize açılıp (frenklerin) adalarına varacağım. Onların peşine düşeceğim ve yeryüzünde Allah'ı inkar eden tek bir kimse kalmayıncaya ya da ben ölünceye dek devam edeceğim." Benim aklıma gelen düşüncenin tam zıddı olan bu söz bana çok ağır geldi. Sultan’a, "Dünya üzerinde kişilik olarak efendimden daha cesur, Allah'ın dinine yardımda niyeti daha kuvvetli olan kimse yoktur." dedim. Sultan, "Nasıl?" diye sordu. "Cesaret dersek; denizin şu dehşeti, korkunçluğu efendimi korkutmuyor. Allah'ın dinine yardıma gelince; Efendim, Allah düşmanlarını belli bir bölgeden söküp atmakla yetinmiyor, yeryüzünü onlardan tamamen temizlemeyi arzuluyor." dedim. Aklımdan geçeni anlatmak için müsaade istedim. Müsaade etti, ben de anlattım. Daha sonra ona, "Bu iyi niyetten başka bir şey değildir. Ancak efendimiz askerleri denize sevk ediyor fakat kendisi İslam'ın suru ve kalesidir. Kendisini tehlikeye atması uygun olmaz" dedim. Bana "sana soru sormak istiyorum; ‘Ölümlerin en şereflisi hangisidir?’" dedi. Ben, "Allah yolunda gerçekleşendir." deyince "İşte benim amacım, ölümlerin en şereflisi ile ölmektir" dedi. Şu niyete bir bakın, ne kadar da temiz! Şu adama bir bakın, ne kadar da cesur ve korkusuz! Allah'ım! onun, senin dinine yardım etmek için merhametini umarak bütün gayretini sarf ettiğini sen biliyorsun, ona rahmet et!

Selâhaddin’in Sabır ve Tahammülü

Yüce Rabbimiz şöyle buyurmuştur: "Rabbin, ardından çabalarını sürdürüp sabır gösterenlerin yardımcısıdır; artık bu yapılanlardan sonra rabbin elbette çok bağışlayıcı, çok merhametlidir."[1] Sultanı, Akka ovasında belinden dizlerine kadar vücudunda çıkan çıbanlardan dolayı çok hastayken gördüm. Öyle ki çadırdayken oturamıyordu ancak yan tarafı üzerine yaslanarak durabiliyordu. Oturamadığı için yemek yemeyi reddediyor, askerlere dağıtılmasını emrediyordu. Ona rağmen düşmana yakın olan bir çadırda kalıyordu. Askerleri, sağ kanat, sol kanat ve merkez olarak savaş düzeniyle düzenliyordu. Sabahın erken saatlerinde atına biniyor ve öğle namazına kadar süvari birlikleri kontrol ediyordu. (Öğleden sonra bi süre ara verip) ikindi vaktinden akşam namazına kadar yine süvari birlikleri kontrol ediyordu. Çıbanların sebep olduğu şiddetli acılara karşı sabretmesine şaşırırken bana: " Ata bindiğim zaman ininciye kadar acılarım kaybolup gidiyor. Bu, Rabbimin bir yardımıdır" diyordu. Biz el-Harube'deyken Sultan hastalandı ve hastalığından dolayı Hacel tepesine gelemedi. Frenkler bu durumdan haberdar olunca Müslümanlardan bir şeyler elde etmek için yola koyuldular. Tepenin eteklerinde bulunan kuyulara kadar geldiler. Sultan, ordu ağırlıklarının Nasıra bölgesine doğru çekilmesi için hazırlanmasını emretti. Sincar Emiri İmâdüddin de hastaydı. İmâdüddin'in ordu ağırlıklarıyla beraber çekilmesine izin verdi. Selâhaddîn ise orduyla beraber kaldı. Düşman ikinci gün bizimle çarpışmak isteyince sıkıntı içerisinde atına bindi. Düşmana karşı orduyu savaş düzeniyle düzenledi. Sağ kanada el-Melikü-‘l-Âdil'i, sol kanada Takıyüddin’i, merkeze ise oğulları el-Melikü'z-Zâhir ve el-Melikü'l-Efdâl'i komutan olarak tayin etti. O da düşmanın ötesinde mevzi aldı. Tepeden indiği sırada önüne esir düşen bir Frenk getirildi. Esiri İslam'a davet etti, kabul etmeyince boynunun vurulmasını emretti ve Sultan'ın önünde boynu vuruldu. Düşman ne zaman nehre doğru ilerlese düşmanla çadırlarının arasını kesmek için düşmanın arkasından dolanıyordu. Bir süre at sırtında kalıyor, sonra inip biraz dinleniyordu. Güneşin şiddetli sıcağından korunmak için bir mendil ile başını gölgelendiriyordu. Düşmanın onlarda bir zayıflık görmemesi için Sultan'a çadır kurulmuyordu. Düşman nehrin baş tarafında konaklayıncaya kadar Sultan böyle yapmaya devam etti. Akşam oluncaya kadar onların karşısında onları görebileceği bir tepede konakladı. Daha sonra askerlere yerlerine dönüp silahlarıyla gecelemelerini emretti. Sultan, onun hizmetinde olduğumuz halde dağın tepesine çekildi. Orada onun için küçük bir çadır kuruldu. O gece ben ve doktor onunla beraber geceledik. Ona baktık ve onunla ilgilendik. Sabaha kadar bir uyuyor, bir uyanıyordu. Sabah vakti savaş boruları çalındı. O ve askerler atlarına bindiler. Düşmanın etrafını sardılar. Düşman nehrin batı tarafındaki çadırlarına doğru geri çekildi. O gün İslam ordusu düşmanın üzerinde çok ciddi bir baskı oluşturdu. O gün Sultan, Rabbinin rızasını umarak oğulları el-Melikü'z-Zâhir, el-Melikü'l-Efdal ve el-Melikü'z-Zâfir'i ve orada bulunan herkesi ileriye doğru gönderdi. Sultan'ın yanında ben, tabip ve sancakları taşıyan hizmetçiler dışında kimse kalmadı. Uzaktan bakan kimse, sancakların altında büyük bir ordunun olduğunu zannederdi. Sancağın altında büyük bir ordu yoktu fakat büyük bir şahsiyet vardı. Düşman ilerlemeye devam ediyor ve kayıplar veriyordu. Kayıp ve yaralılarının sayısının bilinmemesi için askerlerinden biri öldürüldüğünde hemen defnediyor ve biri yaralandığında onu taşıyorlardı. Onlar ilerliyor, biz de onları izliyorduk. İşleri zorlaşıp savaşın şiddeti artınca köprünün yanında konakladılar. Frenkler konakladıkları zaman kendilerini çok güçlü bir şekilde savundukları için Müslümanlar hedeflerine ulaşma hususunda ümitsizliğe kapılıyorlardı. Sultan, bulunduğu yerde düşman karşısında durmaya devam etti. Askerler de günün sonuna kadar at sırtında düşman karşısında durdular. Daha sonra Sultan askerlere, önceki gece geceledikleri gibi gecelemelerini emretti. Önceki gece konaklamış olduğumuz yerlerimize döndük. Sabahın erken saatlerinde yeniden düşmana karşı taarruza geçtik. Düşman da harekete geçti ve savaşarak, kayıplar vererek ilerleyip karargahlarına yaklaştı. Kendilerine destek birlikler katıldı ve karargahlarına öyle ulaşabildiler. Bu adamın sabrına, tevekkülüne ve ulaşmış olduğu dereceye bakın! Allah'ım, bu sabrı ve tevekkülü sen ona ilham ettin. Ey merhametlilerin en merhametlisi, onu mükâfatından mahrum etme! Sultan'ı, İsmail ismindeki yetişkin evladının vefat haberi kendisine ulaştığı zaman görmüştüm. Mektubu okudu ve kimseye bir şey söylemedi. Başkasından duymayıncaya kadar oğlunun vefatından haberimiz yoktu. Mektubu okuduğu sırada gözlerinin yaşarması dışında onda herhangi bir şey açığa çıkmadı. Safed Kalesini muhasara ettiği sırada bir gece şöyle dediğini duydum: "Beş tane mancınık kuruluncaya kadar bu gece uyumayacağız." Her mancınık için kurulumunu üstlenecek bir grup görevlendirdi. Gece boyunca onun hizmetindeydik. Moraller yerindeydi. Haberci gelip giderek falan mancınık buraya, falan mancınık şuraya kuruldu diye haber veriyordu. Sabaha kadar hepsi kuruldu. Güllelerin yüklenmesi dışında bir şey kalmadı. Yağmurlu ve soğuk geçen en uzun ve en zorlu gecelerden biriydi. Bizler bir Ceride ile Remle'de Frenklerin karşısındayken kardeşinin oğlu Takıyüddin Ömer'in vefat haberi kendisine ulaştığında onu görmüştüm. Her gece haykırışlar olur ve çadırlar toplanırdı. Askerler sabaha kadar at sırtında beklerlerdi. Düşman ile aramızda vuku bulan tek şey atların koşuşturmasıydı. Sultan, el-Melikü'l-Âdil, Alamüddin Süleyman bin Cender, Sabıkuddîn İbnü'd-Dâye ve İzzeddin bin Mukaddem'i çağırıp askerleri çadırdan uzaklaştırmalarını emretti. Çadırdan bir ok atım mesafesine kadar kimse kalmadı. Mektubu çıkarıp okudu. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Öyle ki sebebini bilmediğimiz hâlde bizleri de ağlattı. Sözleri boğazında düğümlenerek "Takıyüddin vefat etti" dedi. Daha fazla ağlamaya başladı ve onunla beraber orada bulunanlar da ağladı. Sonra kendime geldim ve "Bu durumdan dolayı Allah'a istiğfar edin, nerede olduğunuza ve neyin içinde olduğunuza bakın ve onun dışındakilerden yüz çevirin!" dedim. Sultan "Evet, Esteğfirullah" dedi ve bunu tekrar tekrar söyledi. "Haberi kimse öğrenmemeli" dedi. Gülsuyu istedi ve onunla yüzünü yıkadı. Yemek getirildi ve askerler de geldi. Düşman Yafa'ya dönünceye kadar kimsenin bundan haberi olmadı. Biz de ağırlıklarımızın yeri olan Natrûn'a döndük. Küçük çocuklarını çok sever ve onları çok özlerdi. Bu ayrılığa sabreder ve uzaklığa rıza gösterirdi. Bunun aksini yapmaya güç yetirdiği halde hayatın zorluğuna ve sertliğine karşı Allah'ın rızasını umarak sabrederdi. Allah'ım! O bunları senin rızan için terk etti. Ondan razı ol ve ona merhamet et!

Yumuşak Huylu ve Affedici Olması

Allahu Teâlâ; "… ve (mü’minler) insanları için affedicidirler, Allah iyilik yapanları sever." [2] buyurmuştur. Sultan Selâhaddîn fazlasıyla yumuşak huylu ve kolay öfkelenmeyen biriydi. Frenkler, Akka'ya doğru yola çıkmadan evvel Merc-i Uyûn denilen yerde Sultan'ın hizmetindeydim. Müsait vakitlerinde ata binmek onun alışkanlığıydı. Sonra iner, sofra hazırlanınca askerlerle beraber yemek yer ve kendi çadırına çekilip uyurdu. Daha sonra uyanıp namaz kılar ve yalnız başına otururdu. Ben de yanında bulunurdum. Beraber hadisten ya da fıkıhtan bir şeyler okurduk. Bana, Süleym er-Râzî'nin fıkhın bütün konularını ihtiva eden muhtasar bir eserini okumuştu. Bir gün yine her zamanki gibi atından indi, yemeği sunuldu sonra tam kalkmaya yönelmişti ki kendisine, namaz vaktine az kaldığı söylenince geri dönüp oturdu. "Namaz kılalım sonra uyuruz!" dedi. Oturup yorgun bir hâlde konuşmaya başladı. Orada bulunması gerekli olanlar haricinde etrafı tamamen boşalmıştı. Onun yanında saygıdeğer olan yaşlı bir memlûk gelip ona mücahitlerden biri hakkında bir belge arz etti. Sultan "Şu an yorgunum. Bunu bir saat sonrasına ertele!" dedi. Fakat memlûk, bunu yapmadı ve hikayeyi eliyle onun yüzüne yakın tutup okusun diye açtı. Sultan belgenin üstünde yazılı olan isme baktı ve onu tanıdı. "Hak eden bir adamdır" dedi. Memlûk, " Efendimiz bunu imzalar mı? " diye sorunca Sultan, "Mürekkebim şu an yanımda değil" dedi. Sultan, çadıra kimsenin giremeyeceği şekilde çadırın kapısında oturuyordu. Mürekkep çadırın ön kısmındaydı, çadır da çok büyüktü. Memlûk ona "İşte mürekkep çadırın ön kısmında" dedi. Bunun, Sultan'a mürekkebi getirmesini emretmekten başka manası yoktu. Dönüp baktı ve mürekkebi görünce "Vallahi doğru söylüyor" dedi. Sonra bir koluna dayanıp diğer eliyle uzanıp mürekkebi aldı ve belgeyi imzaladı. Bunun üzerine ben "Allah-u Teâlâ Nebisi aleyhissalatu vesselam hakkında ‘Muhakkak ki sen pek yüce bir ahlak üzeresin’[3] buyurmuş, görüyorum ki efendimiz de bu güzel ahlaktan pay almış" deyince Sultan da "Bize bir zararı olmadı. İhtiyacını giderdik bize de ecir hasıl oldu." dedi. Eğer bu olay başka birilerinin başına gelseydi oturup kalkıp bundan öfkeyle bahsederlerdi. Kim hükmü altında bulunduğu kişiye böyle bir hitapta bulunabilir? İşte bu iyilik ve yumuşak huyluluğun son safhasıdır. Allah iyilik yapanların ecrini zayi etmez. Bazen belgeleri sunmak için toplanıldığında döşeği ayaklar altına ezilirdi. O ise buna aldırış etmezdi. Bir gün Sultanın yanındayken benim bindiğim katır; develerden ürkmüş, kalçasını acıtacak şekilde onu sıkıştırıyordu, o ise gülümseyerek karşılık veriyordu. Yağmurlu ve rüzgârlı bir günde onun önünde Kudüs-ü Şerife girdim. Yerler çok çamurluydu. Deve üzerine çamur sıçrattı hatta üzerindeki her şey mahvoldu, o ise gülümsüyordu. Bundan dolayı onun arkasından gelmek istediysem de izin vermedi. Yardım dileyenler ve şikâyette bulunanlardan ağır şeyler işitiyordu ve bunu hoşgörüyle karşılıyordu. Bu anlatacağım hikâye daha önce yazılanlar arasında benzerine az rastlanan bir olaydır: Bir gün Frenk meliklerinden biri Yafa'ya yöneldi. Sultan'ın askerleri önlerinden çekilmişler ve Natrûn'a dönmüşlerdi. Natrûn ve Yafa arasındaki mesafe hızlı gidişle iki günlük, normal gidişle üç günlük mesafeydi. Sultan, askerleri çekip Kayseriyye'ye doğru yola koyuldu ki destek kuvvetlerine ulaşıp onlara karşı gerekli müdahalede bulunabilsin. Yafa'da kalan Frenkler, Sultan'ın bu fikrini anlamışlardı. İngiliz kralı (Rişard) da yanındaki bir toplulukla onların arasındaydı. Kral, destek birliklerin başına gelebilecek şeylerden korktuğu için yanında bulunan askerlerin büyük bir kısmını Kayseriyye'ye doğru gemilerle yola çıkmaları için teçhiz etti. İngiliz kralı ise Sultan'ın ve askerlerinin uzakta olduğunu bildiği için az sayıda askeri birlikle Yafa'da kalmıştı. Sultan Selâhaddîn, Kayseriyye'ye ulaşıp destek kuvvetlerinin çoktan şehre varmış olduğunu görüp amacına ulaşamayacağını anlayınca geri döndü ve gecenin ilk saatlerinden sabaha kadar ilerleyerek Yafa'ya ulaşmıştı. O vakit İngiliz kralı, on yedi süvari ve yaklaşık üç yüz piyade ile beraber şehrin dışında çadırda konaklıyordu. İslam askerleri sabah onlara meydan okuyunca Kral, (savaş sanatını iyi bilen yürekli ve cesur biriydi) atına bindi, şehrin içine girmeden askerlerin önüne çıktı. İslam askerleri ise şehir tarafı hariç onları çembere almıştı. Askerler savaş için mevzilendiler. Sultan, askerlere fırsatı iyi değerlendirip saldırıya geçmelerini emredince bazı Kürt emirler tımar gelirleri arttırılmadığı için katı sözlerle karşılık verdiler. Sultan Selâhaddîn öfkeli bir eda ile atının yularını çekti. Çünkü o gün bir şey yapmayacaklarını anlamıştı. Onları bırakıp çekip gitti. Kurulu çadırının sökülmesini emretti. Halk da o gün Sultan'ın muhakkak bir kısmını asıp öldüreceğini düşünerek düşman cephesinden çekildi. Bununla ilgili oğlu el-Melikü'z-Zâhir bana "O gün ondan gözünün içine bakmaya cesaret edemeyecek kadar çok korktum!" demişti. Hâlbuki oğlu saldırıya geçmek için ileri atılmış Sultan onu bundan men etmişti. Sultan, o gün Yâzûr'a varıncaya kadar hiç durmadan ilerledi. Yâzûr yakın bir beldeydi. Konaklaması için küçük bir çadır kuruldu. Askerler de bu gibi durumlarda adetleri olduğu üzere etrafı açık çadırların altında konakladılar. Emirler arasında korkudan titreyenler vardı. Azarlanacaklarını düşünüyorlardı. Hatta o beni çağırana kadar benim de korkudan onun yanına gitmek içimden gelmedi. Beni çağırınca yanına vardım. Şam'dan çok fazla meyve getirilmişti. Bana: "Emirleri de çağır gelip biraz meyve yesinler" dedi. Bu durum beni sevindirdi. Emirleri çağırdım, korkulu ve ürkek bir hâlde geldiler. Fakat gelince karşılaştıkları mütebessim çehre onlarda huzur, güven ve sevinç duyguları oluşturdu. Sonra hiç bir şey olmamış gibi büyük bir cihat azmiyle Sultan'ın yanından ayrıldılar." Ne bu zamanda ne de geçmiş zamanda benzeri görülmemiş şu hilm ve yumuşak huyluluğa da bir bakın! Allah'ın rahmeti üzerine olsun.

[1] Nahl Sûresi 110

[2] Al-i İmrân, 134.

[3] Kalem, 4.