Hangi Selâhaddin?
Büyük İslam kahramanı Ebü’l-Muzaffer el-Melikü’n-Nâsır Salâhuddîn Yûsuf b. Necmiddîn Eyyûb b. Şâdî. 532 (1138) yılında Tikrît’te doğdu. Yolunun Mısır’dan geçeceği bilinmeden kendisine Yusuf adı verildi. Selâhaddin, lâkabıdır. Doğduktan hemen sonra, onun için adıyla birlikte “dinin kurtarıcısı” anlamına gelen bu manidar lâkap seçilmiştir. Malumdur ki lâkap, aynı zamanda kişiye verilen roldür. Ona yüklenen vazifedir.
Selâhaddin, dünyaya teşrif ettiğinde Urfa’nın doğusundan Antakya’ya, Antakya’dan Trablus hattı üzerinden Kudüs’ün güneyine kadar İslam yurdu hattı Haçlı istilası altındaydı. Mescid-i Aksâ, kendisini kurtaracak İslam kahramanını bekliyordu.
Yusuf’a Selâhaddin lâkabı verenler, onun İslam dinini bu hâlden kurtarmasını ümit etmiş olmalılar.
Babası Necmeddin Eyyûb, Bağdat’ın 140 km kuzeybatısında, Dicle Nehri’nin batı yakasında yer alan Tikrît’in siyasi; amcası Esedüddin Şîrkûh da askeri valisiydi. Irak hükümeti sonradan, Selâhaddin’in adına hürmeten, Tikrît’in içinde yer aldığı idari bölgeye “Selâhaddin Vilayeti” adını vermiştir.
Büyük İslam tarihçisi İbn Hâllikan’ın (v. 681/1282) açık ifadesiyle ehl-i tarih, onun Kafkasya’da Arrân (Karadağ) bölgesinde yer alan Duvin’de yerleşik Ravâdiye Kürtlerinden olduğu hususunda ittifak etmiştir.
Ravâdî Kürtleri, Kürtlerin büyük aşiretlerinden, geçmişte Erbil çevresine yerleşik Hezbâni kabilesine mensupturlar. Kabilenin geçmişteki merkezi, bugün Erbil’in küçük bir yerleşimidir ve o yerleşime Selâhaddin’e hürmeten Selâhaddin adı verilmiştir. Erbil Üniversitesi’ne de Selâhaddin’e hürmeten Selâhaddin Üniversitesi adı konmuştur.
İbn Hâllikân’a bir arifin anlattığına göre, Necmeddin Eyyûb ve Esedüddin Şîrkûh, Duvin yakınlarındaki Ecdânâkân köyünde doğmuşlardır.
Selâhaddin’in ailesi, İslam dünyasına yönelik sürekli saldırılarda bulunan Hıristiyan Gürcülere karşı Şeddâdiler zamanında cihad amacıyla o bölgeye yerleştirilmiştir.
Şadi, oğulları Eyyûb ve Şirkûh’u yanına alarak Tikrît’e gelmiş; orada vefat etmiştir. Mezarı oradadır. İbn Hâllikan’ın zamanında şehrin girişinde mezarının üzerinde bir kubbe varmış.
Necmeddin Eyyûb ve Esedüddin Şirkûh, Selçukluların Irak Şıhnesi Mücahidüdin Bihrûz tarafından Tikrît dizdarı olarak atanmışlardır. Tikrît’i elinde ikta olarak bulunduran Bihruz, salih amel sahibi, infakı bol, himmet ehli bir Müslümandı. Rum asıllı azatlı bir köle olup kendisini İslam’ın hizmetine vermişti.
İbnü’l-Esîr, Bihrûz, Necmeddin Eyyûb’de akıl, isabetli görüş ve güzel bir siret (yaşam öyküsü) bulup onu bu göreve atamıştı, der.
Nûreddin Mahmud Zengî’nin babası İmâdüddin Zengî, Haçlılarla mücadele etmek üzere Musul’a atabeg olarak atandığında (521/1127) Eyyûb ve Şîrkûh, Tikrît’te vazifeli idiler. Aile, erken dönemde Haçlılarla mücadele eden Müslüman yapıyla sıkı bir ilişki içinde olacak ki Zengî, Selçukluların iç çatışmasında yaralanıp Musul’a doğru çekilirken onu yanlarına almış ve Bağdat’tan gelecek tepkiye rağmen koruyup tedavi etmişlerdir.
Bu veya başka bir sebepten Eyyûb ve Şirkûh’un Bağdat’la araları açılmış ve kendilerinden Tikrît’i terk etmeleri istenmiştir. Bunun üzerine Zengî, onlara karşı vefalı davranıp Haçlılarla mücadele hududunda bulunan, bugünkü Beyrut’a 86 km mesafedeki Baʿlebek’i onlara verdi. Böylece aile, Gürcülere karşı cihattan sonra, Haçlılara karşı cihada katıldı.
Necmeddin Eyyûb ve Esedüddin Şîrkûh kardeşler, Gazzâlî’nin talebelerinin etkisinde yetişmişlerdir. Bir yanlarıyla ilme büyük önem verirken bir diğer yandan tasavvuf ehliydiler. Hüküm sürdükleri yerlerde medrese inşa eder, yanı başına da sûfiler için bir hankâh açarlardı. Şafiî mezhebine muhabbetle bağlıydılar. İmam Şafiî Hazretlerine karşı hürmetin yanında büyük de sevgileri vardı. Misalen Mısır’a geçtiğinde Şîrkûh, tefekkürünü İmam-ı Şafiî türbesinde yapar, kimi gecelerini orada geçirirdi. Ama asla mutaassıp değildiler. Şîrkûh, Humus’a hükmettiğinde İslam dünyasında Hanefi ve Şafiîlerin aynı anda ders verdikleri ilk medreseyi orada inşa etmiş, bu yönüyle de tarihe geçmiştir.
Aile, ehl-i hadistir, çok sayıda Dârü’l-Hadis’in açmıştır. Hadis ehli olmak, onların Müslümanların bütünleştirme çabasında bir tür üst şemsiye olmuştur.
Kadınlarının da eğitimine çok önem veren ve tarihe pek çok kadın âlime bırakan ailede ilim-zikir ve cihad iç içeydi. Bu üç yön, birbirini tamamlarken Necmeddin Eyyûb’un tarihe geçen üstün siyasi zekâsı ile Şîrkûh’un üstün askeri kabiliyeti de birbirini tamamlamıştır. Zengî, onlardaki bu fazileti görüp oğlu Nûreddin Mahmud Zengî’yi eğitimi için onların yanına vermişti. Zengî soyu içinde faziletinde neredeyse bir fert konumunda kalan Nûreddin, onların manevi, askeri ve siyasi eğitimiyle yetişmiştir.
Selâhaddin, işte böyle bir ailenin fazilet ağacının adeta bir meyvesidir; böyle bir aileye verilmiş bir taçtır. O, ailenin himmetiyle babasından siyaset, amcasından askeri nizamı öğrenirken büyük müfessir, muhaddis ve fakihlerden de ilim öğrenmiş; çocukluk yaşlarında Kur’an-ı Kerim’i hıfzederken gençlik yıllarından itibaren başta İmam Malik’in Muvatta’sı olmak üzere hadis kitapları onun başucu kitapları olmuşlardır.
Selâhaddin; çocukluk yıllarından başlayan gayretiyle sağlam bir akide, pâk bir ahlâk, ihlasla ibadet, idarede adalet hattı üzerinden yol alarak ulemanın tasdik ettiği, avamın memnun olduğu bir devlet idaresi inşa etti. Yüce Allah, gayretine karşılık ona Kudüs’ün fethini ve ardından savunulması mükâfatını verdi.
Selâhaddin, kendisi için taht ve taç edinmedi. Yüce Allah ona, adeta Kudüs’ü taht, Mescid-i Aksâ’yı taç olarak verdi. İslam’ın muzaffer bir mücahidi olarak 27 Safer 589’da (4 Mart 1193) Dımaşk’ta vefat etti.
Vefatından sonra, Selâhaddîn, insanlığın hafızasında mümtaz bir şahsiyet olarak kaldı. Ne var ki o hafızada karşımıza üç farklı Selâhaddin çıktı.
-İslam ulemasının, siretini takdir eden anlatımlarındaki Sultan Selâhaddîn…
-Müslüman halkın onun faziletlerini avam zihnine indirgeyerek geliştirdiği menkıbelerdeki kahraman Selâhaddîn…
-Yenilgiye uğratıp değişimine yol açtığı Batı dünyasının askeri bir kahraman ve adil bir devlet adamı olarak “efsaneleştirdiği” Selâhaddîn…
Müslümanlar, Miladi 14. Yüzyıldan sonra, Kudüs’ün tamamen güvenliğe kavuşmasıyla Selâhaddîn’le ilgili anlatımları kitaplarda bırakmaya başladılar. Buna karşı dönüşen Batı’da Selâhaddin, hem kahramanlığın hem adil devlet adamlığının simgelerinden biri olarak anlatılmaya devam edildi.
Müslüman öğrenciler, Miladî 19. yüzyılda Avrupa’ya öğrenci olarak gittiklerinde karşılarında Selâhaddîn ile ilgili büyük bir müktesebat buldular, ondan mutluluk duydular ve onu İslam dünyasına iftiharla taşıdılar. Böylece İslam dünyası modern dünyada Selâhaddîn’le Batı müktesebatı üzerinden yeniden buluştu.
20.yüzyılda önce Filistin’in batısı, ardından Kudüs’ü de içine alan doğusu da Siyonist istilaya uğrayınca Selâhaddîn Ümmetin gündemine daha çok yerleşti. Bu yeni Selâhaddîn anlatımının bir yanı İslam ulemasının, titizlikle kayda geçirdikleri Selâhaddîn siretini, bir yanını toplum zihninin menkıbeleri, bir yanını Batı’dan beslenen kesimlerin Batı müktesebatı oluşturuyor.
Buradaki sorun ise söz konusu üç anlatım Selâhaddîn’i takdir etmekte buluşurken onun gelip geçmiş bir kahraman ve adil devlet adamı olarak tasvir edilmesi ve dolayısıyla tasavvur ettirilmesidir. Dolayısıyla benzerlerinin yeniden yetişebileceği hususunda zihinlerde kuşkuların oluşmasıdır. Oysa Selâhaddîn, bir insandır. Bir aile içinde ve ilmin rehberliğinde yetiştirilmiş; kendi insanî gayretleriyle İlahî yardımı hak edip makamını elde etmiştir. Aynı koşulların yakalanması doğrultusunda benzerlerinin yetişmesi her zaman mümkündür.
Bugün, İslam dünyasında fakr-ı adalet vardır ve Kudüs, yeninden istila altındadır. Buna karşı bizim ihtiyaç duyduğumuz da o yetiştirilmesi ve yetişmesi mümkün olan Selâhaddîn’dir, Selâhaddînlerdir.